Bandersnatch

Geçtiğimiz hafta, muhtemelen haberdar oldunuz, interaktif bir film gösterime girdi, Black Mirror Bandersnatch. İnteraktif, yani filmin akışında sizin de, seyirci olarak, dahliniz var.

Teknoloji uzun süredir müsaitti. Dolayısıyla daha önce başka örnekleri de üretilmiştir diye düşünüyordum ama edebiyatta ve bilgisayar oyunlarda daha önce uygulanmış olan teknolojinin, doğru bilgilendirildiysem, sinemadaki ilk denemesiymiş.

Böyle bir teknolojinin ilk denemesinden ne beklerdiniz, nasıl bir şey beklerdiniz, bilemem. Ben, çatallanma noktalarında mecbur kalınan tercihler arasındaki küçücük farkların, birkaç adımda, birbirinden olağanüstü uzaklaşabilmesinin büyüleyiciliğine dair bir şeyler seyretmeyi ümit ederdim doğrusu. Tam aksi bir şeye maruz bırakıldık.

Şurada şu değil de bu tercihi yapıyorsunuz, bir yola giriyorsunuz. Ama çok geçmeden, diğer yola girseydiniz ulaşacaktı olduğunuz bir kavşağa ulaşıyorsunuz. Başından farklı şeyler geçmiş biri olarak belki. Ama işte bütün fark o kadar. Neticede de, birbirlerinden çok da farklı olmayan beş final varmış galiba. Bir de “gizlenmiş” bir bonus final mi ne…

***

Her birimiz için, şu anda, buraya nereden ve nasıl geldiğimize bakınca, gerçekten de başımızın dönmemesi müşkül. Kim olursak olalım ve hayatın hangi anında durup bakarsak bakalım, mucizevi bir tesadüfler silsilesi olacak geçmişe dönüp baktığımızda gördüğümüz manzara. Tam şu anda şu kararı vermemiş olsaydık, şununla temas etmemiş, onunla şunu yapmamış… Bizi şimdiye getiren devasa örüntü berhava olup gidecekti.

Bence evet, filanca tarihte o basit kararı şöyle değil de böyle vermiş olsaydık, her şey bambaşka olacaktı. Tahmin ettiğimizden, edebileceğimizden de çok başka. Her şeye rağmen direnecekti ve bizimle birlikte seyahat etmeyi sürdürecekti olduğunu varsaydığımız, cildimiz kadar bize dair olduğunu zannettiğimiz şeyler bile, eğer başka bir yola girmiş olsaydık, bizimle gelmeyebilirlerdi.

Ama…

Şimdi bizimle olmayan başka şeyler bizimle gelmiş olacaklardı. Başka tesadüfler olacaktı. Ve o yolun herhangi bir noktasında geriye dönüp baktığımızda, devasa bir tesadüfler silsilesi görecektik. Bambaşka insanlar, bambaşka olaylar, bambaşka yaşanmışlıklar ama aynı ölçüde mucizevi tesadüfler. Bandersnatch bize aksini ima ediyor. Sadece yeni bir teknolojiyi istihdam etmenin güzelim fırsatını heder etmekle kalmamış yani, yalan da söylüyor.

İnsan, ısrarla kendisine söylediği ve neredeyse bütün sanatçılar ve filozoflar tarafından kendisine söylenip duran bu yalana, yani âlemin yakınsak olduğu yalanına neden bu kadar muhtaç, onu neden bu kadar seviyor, anlamıyorum.

***

Eğer Bandersnatch hakkında yazılıp çizilenlere bakarsak, meselenin bir de özgür irade boyutu var. Öyle iddia ediliyor.

Kendi hesabıma, burada, özgür irade meselesi diye bir meselenin mevcut olmadığı ve bundan böyle de olmayacağı tespitimi de yapayım. Özgür irade diye bir şey yoksa, ne Bandesnatch ve ne de başka herhangi bir insan tarafından ortaya konmuş herhangi bir şey, onun varlığı/yokluğu tartışmasında bir mana taşımaz. Nasıl taşısın? Özgür irade diye bir şey kategorik olarak yok olduğu halde ortada bir tartışma varsa, tartışmanın tarafları, tanım gereği, aldıkları pozisyonları almak üzere programlanmış şeylerdir. Özgür irade diye bir şey aslında mevcut olmadığı halde ben varsayıyorsam, var zannediyorsam, eh özgür iradem yok ki, öyle zannetmek bana düşmüş. Yok, eğer Bandersnatch izleyip “a, özgür irade diye bir şey yokmuş” diyebilir durumdaysak, demek ki tercih yapma imkânımız, demek ki özgür irademiz var.

Aydınlanma aklının esas bileşenlerinden biri olan ve her şeyi ziyadesiyle basitleştirip konforlu hale getiren determinizm sonuna kadar zorlanırsa, özgür iradenin mevcudiyetinden vazgeçmek gerekir, anlıyorum. Ama bir defa daha, insanın bu husustaki hevesini, determinizmden vazgeçmemek için özgür iradeden vazgeçmekteki fütursuzluğunu anlamıyorum.

***

Steinbeck East of Eden adlı romanında, İbranice timşel kelimesinin anlamı üzerinden yoğun bir tartışma yürütür –ve roman, yanlış hatırlamıyorsam, ölüm döşeğindeki Adam’ın oğlu Cal’e son nefesinde “timşel” demesiyle biter. Mesele, hatırladığım kadarıyla, “yapacaksın” ile “yapabilirsin” arasındaki farkın etrafında döner. İlkine göre günaha boyun eğdirmek Tanrısal bir yasadır. Her durumda gerçekleşecektir. İnsan, o kutlu işi gerçekleştirecek bir büyük iradenin neferinden ibarettir. İkincide, insan tercih yapma imkânına sahip olarak, Tanrı katına yükseltilmiş bir öznedir. Her biri…

Yukarıda dediklerimi bu çerçevede düşünürsek…

Büyük resmi görenler, âlemin yakınsak olduğunu ve bizlerin her birimizin büyük bir planın iradesiz robotları olduğumuzu görüyorlar.

Yanılıyorlar. Sizi temin ederim ki, büyük resim yok. Büyük bir plan yok. Büyük bir tanrısal tasarı yok. Günaha boyun eğdirilmesi –veya günahın galip gelmesi– kader değil. Dünya bir yere yakınsamayacak. Yakınsamıyor ve hiçbir vakit yakınsamayacak. Aksine ıraksıyor, hep ıraksayacak. Ve siz, “yapabilirsiniz”. Hepsi o kadar. Yapabilirsiniz, yapabiliriz. Yeryüzünün gelmiş geçmiş ve bundan böyle gelip geçecek bütün faşistlerini en çok rahatsız eden, bütün büyük resimcilerini, bütün Aydınlanmacılarını, bütün büyük anlatıcılarını en çok ırgalayan da bu. Yapabilir olmamız. O kocaman resimlerini, o kocaman anlatılarını, herhangi birimizin, tek başına tehdit edebiliyor olmamız.

Yapabiliriz ve onlar biliyorlar.

Dünya Müslümanlar ile Hıristiyanlar, dindarlar ile dinsizler, bilimsel düşünceye saygı duyanlar ile duymayanlar, falancalar ile filancalar arasında bölünmüş değil, “yapacaksın”cılar ile “yapabilirsin”ciler arasında bölünmüş durumda. Bu mücadele de asimetrik bir mücadele. İnsana, onun özgür iradesine, onun yapabileceğine inanan bir tek kişi, Faust’un göz kamaştırıcı büyük projesini, tek başına tehdit edebiliyor işte. Karşısına ne yığarsanız yığın, bir tek insanı dengelemek mümkün değil.   

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et